2 Mayıs 2018 Çarşamba

daha az önce pis ellerden tokat yemiş bir sokak çocuğunun yaşlı gözleri geçiyor gözümün önünden  
hem çok erken yaşlanmış hem de ağlamış. 
belki ağlamaktan çekinerek tutmuş göz yaşlarını 
ama kopan birkaç damla aşağı akıp kirli yüzünü çamura bulamış

yardıma muhtaç ama umutsuz
çünkü ne zaman umutlansa hayat ona kıçını göstermiş
şimdi çaresiz bakan gözleri ve 
gözyaşının ıslattığı lekeli yüzüyle
geçiyor önümden 


28 Nisan 18 Taksim
toprağından koparmak istediğim her çiçeğin
kökünden kavradığım her dalını
zaman zaman nazikçe
bazenleri haince
ama her daim şevkle
sahibi olduğum için 

ve hatta bir güzel yediğim için
dişlerimin arasında liflerini
narince kıvrılan ince belini o çiçeğin
işim bittiğinde ait olduğu toprağa tükürdüğüm
bitecek bir işim olmadığında çöpe attığım
ya da öyle yaptığımı sandığım için

bir defa bile geriye dönüp bakmadığım
baktığımda vicdanımın sesini duyacağım için
portakalda bir çiçekte bulunduğundan
daha çok tat ve vitamin bulunduğu için
çiçeklerin yenmeyeceğini ağzımda bıraktıkları
çirkin kıvamdan öğrendiğim için
bütün çiçekleri rahat bırakmaya ant içtim
biri hariç 


2018. Bergama
yağmuru arzularken galata'yı izliyorum.
elimi uzatıp ulaşabilmek
etrafında turlayan bir kuş olabilmek istiyorum.
rüzgarı hissediyorum derimin een ince yerinde
ve aslında senin bulunman gereken vücudumun derinlerinde.
tanrı bana fısıldıyor, kuş olabileceğimi
duyasım gelmiyor, biliyorum
duysam aslan kesileceğimi
avuçlarımı açıp izliyorum yağmur damlalarının içimden geçişini
yağmur görüyor benim bile görünmez halimi
hiç tatmadığım tamamlanmışlık hissini
biliyorum senin sayende yiyip bitireceğimi
ve kuş olup uçuşmak değil
aslan olup tutuşmak istiyorum
senin korkak bir kuş olduğunu 
çok sonra fark ediyorum.

2017 Kasım, İstanbul
sen beni çok sevince
beni kendinle bir görünce
o, odandaki açık pencere
sana benmişim gibi davrandı her gece

uzattığında öptü parmak uçlarını
dikkatli baktığında sakladı bütün acılarını
açık bir pencere olmaktan duyduğu
o büyük utancı

kederini de çekti içine, keyfini de
tıpkı senin o cızırdayan tütünü
çektiğin gibi içine
gitmek istedi belki ama o bir pencere

öyle bir pencere ki
kırılmak ister, paramparça olmak
çünkü bilir, özgürlüğü budur gelecekteki
tek arkadaşı olan perde süzülür kenarlıklarından

işte ben o pencereydim
çünkü sen öyle dedin
ben gittim, pencere hala ağlıyor
kapat artık o pencereyi, sonbahar geliyor



2018, İstanbul
gözlerim insanlardan kaçıyor
zaten onlar da yüzüme bakmıyor
ellerin uzanıp zihnimin kapılarını açıyor
çatlamış ar damarımı senden gizleyemiyorum

derin bir nefes aldığımda, kül tablası sen kokuyor
ruhumun dikenleri vücudumun pamuğundan ayrılmaya çalışıyor.
kirpiklerin kalbimin alfabesini okuyor
patlamış dudaklarımı senden gizleyemiyorum

parmak uçların birer karınca oluyor
gıdıklıyor kollarımı, hem de ısırıyor
derimin altına ulaşıp beni uyuşturuyor
yok saydığım duygularımı senden gizleyemiyorum


2017 Eylül
üzerimde sabaha karşı işlediğim bir cinayetin kokusu var.
yüz kere
yüz kere yıkandım.
güzel kokular sıktım
artık alışmalıyım anasını satayım.
saçlarımı kestirip günahlarımla sevişmeliyim
aynaya baktığımda içimi görebilmeliyim
gerçekte içimdeki o zehirli yaratığı
boynundan tutup bir hamlede öpmeliyim

bir çift parlak gözün beni sevgili sandığı o geceye geri gitsem.
kaçmasını istesem, kaçmasa
gidip kendimi bağlardım
birileri bana dehşetle bakarsa
arkama yaslanıp ağlardım

ayaklarından çekerek ölüme sürüklediğim o güzel insanlar.
hepinizin bunu hak ettiğini düşündürecek şeyler var
ama ağlamanızı istiyorum. 
öfkeden daha kıymetli gözyaşı

her döndüğümüz duvar köşesinde 
kanlı ellerinizin izleri var
ne yaptınız kendinize böyle?
ölmek üzereyken günahlarınızı temizliyorsunuz
sanki daha önce hiç
ölmemiş gibi bakıyorsunuz 


2017 Ağustos 
uyanınca öp beni
gözlerin henüz yeni açılmışken
varlığımı fark edip gülümsemişken
yattığın yerden doğrul ve
öp beni

hisset beni
sana dokunduğumda
tam kalbine, işte oralarda bir yerlere
belki beceremem ama 
yaptığımda hisset beni
ve uyanınca öp beni

bileklerimi
daha az önce lavanta esanslıyla
ovduğum bileklerimi
önce üzerinde burnunu gezdir
sonra öp

bu tüylerimi diken diken edince
gözlerimi kapatırım
ve sen durana kadar
açamam 


2017 Ağustos
bazen uyuyan kedileri ölmüş zannediyorum
güneşe uzanmış tembellik eden kedilere
korkarak yaklaşıp
sesleniyorum

bazen miskince açıyorlar gözlerini
git başımdan der gibi
gösteriyorlar dişlerini
"git, güneşimi kesiyorsun"

bazen korkup hemen
kalkıyorlar yerlerinden
ben usandım onlara kalkan ellerden
kediler de benden

bugün, bir kedi gördüm
derin uykuda, bir kenarda
seslendim ona, bekledim
hareketsiz bedenini, patilerinin ucundaki
sinekleri gördüm 


2017 Yaz Şiiri

 Zaman zaman bir şarkı sözü takılır ağzıma. “Im so tired of being here…” Ve sonrasında kendime sorarım “Neredeyim?” diye. Kendime sorarım çünkü bu soruyu yöneltebileceğim başka kimse yok.
Gökyüzü rengine boyalı duvarların arasındayım. Turuncu ve gereğinden yumuşak koltuğumun üzerinde. Dışarıdan gelen, pencereyi zorlayan, uğuldayarak içeriye girip yanıma ilişmek isteyen rüzgarı dinliyorum. Davet etmiyorum fakat gelmesinden de çekinmiyorum. Ayaklarıma kalın bir çift çorap geçirip tekerlekli peteği koltuğun dibine çektim. Ayaklarımla temas ettiği an vücudumu bir rahatlama sarıyor. Gevşiyorum. Ama bu öfke krizleri esnasında yediğim sakinleştirici iğnelerin getirdiği gevşeme gibi değil. O bir kara deliğin içerisindeki hissizlikken; bu gevşeyiş huzuru hissettiriyor. Sıcaklık ve yumuşaklık. Güvendeyim.
 Hala çalıştığını fark ettiğimde arkada çalan radyoyu kapatma gereği duyuyorum. Uzanıp fişini çekiyorum. O sırada bileklerime takılıyor gözlerim. Ne kadar ince, ne kadar çelimsiz. Diğer elimle bileğimi sarıyorum. İşaret ve başparmağım çok ince bir halka oluşturuyor. Daha sonra bundan duyduğum rahatsızlık yerini radyonun ne kadar eski ve işe yaramaz olduğu mevzusuna bırakıyor. Bu radyonun elime nereden geçtiğini hatırlayamıyorum. Belki de beni burada bir başıma bıraktıkları esnada delirmeyeyim diye vermişlerdir.
 İnternetim yok, televizyonum yok, telefonum dahi yok. Günümün büyük bir kısmını uyuşuk halde geçiriyorum. Akşama doğru kendimi hissetmeye başladığımda da uykum geliyor. Bugün getirdikleri yemeği yemedim. Suyu bile içmedim. Ağzımı çeşmeye dayayıp yutkunmak pek de zor değilmiş fakat karnım aç. Kendimi canlı hissediyorum ve canlı olmanın bedeli de aç kalmak.
Oturduğum koltukta kafamı geriye attım. Bu ani hareketimden ötürü kalorifer peteğine yasladığım ayaklarım yere kaydı ve koltuğun ayaklarından birine çarptı. Sanki benden bağımsız hareket ediyor ve yerçekimine karşı koyamıyorlardı. Karşı koyamıyordum.
 Bir süre sonra evin tavanlarını daha önce hiç incelememiş olduğumu fark ettim. Onca zaman geçmişken bu küçücük evde hala yapmamış olduğum bir şeyler keşfetmek şaşırtıcıydı. Onca zaman… “Ne zamandır buradayım?” diye fısıldadım gözlerimi tavandan ayırmadan. Batmakta olan güneş, ışıklarını sakince süzülen perdenin arasından sızdırıp tavana yansıtıyordu. Gümüşi yansımalar gözlerimin hizasına kaldırdığım parmaklarımın arasında dans ediyordu. Parmaklarımla daireler çizdim, cümleler kurdum. Belki de şiirler yazdım. Hatırlamıyorum. Ellerimi göğsümde birleştirip derin bir uykuya daldım. Doğmayan bebeğime sarıldım. Ağlayışına eşlik ettim. Sırtını sıvazlayarak uyuttum, omzunu öperek uyandırdım. Ayaklarının serçe parmağım kadar oluşuna hayret ettim. Ama onu göğsümden hiç ayırmadım. Ta ki uyanıp onun hiçbir zaman göğsümde olmadığını fark edene kadar.
Üşüdüğümü hissettiğimde bir melodi mırıldanıp küçük adımlarla dans etmeye başladım. Yemeklerin bekledikçe daha kötü koktuğunu fark edince banyoya kusmaya gittim. Sıcak, derimi kızartacak kadar sıcak suyla yıkandıktan sonra giyinmedim. Battaniyemin altına girip saate baktım. Yiyeyim diye bıraktıkları yemek tabaklarını çoktan almış olmaları gerekirdi.
 Pencereyi açıp rüzgarı içeri davet ettiğimde hala üzerime bir şey giymemiştim. Siyah bir kağıdın üzerine beyaz boyalarla çizdiğim resim vücudumun, titrek ellerimin, çenemden damlayan gözyaşlarımın eseriydi. Gözyaşlarım gürül gürül akan bir dereyi, titreyen ellerim ise kenarında oturan ama aslında hiç orada olmayan bulanık vaziyetteki beni resmetti. Tüylerim diken diken olmuş ve resmim bitmişti. Üzerime kalın bir kazak giyip pencereyi kapattım. Şimdi pencere ve perde arasındaydım. Gökyüzünü izledim bir müddet. Martıları... Hep yukarıya bakıyor ve aşağıya bakmaktan hayli korkuyordum. Gerçek hayat akıp gidiyor ve ben onu uzaktan izleyecek cesareti bile gösteremiyordum. Gerçek hayatta zaman benimkinden çok daha hızlı akıyordu. Zaman benim için ölüm demekti. Zaman geçtikçe daha çok arzuladığım şey ölümdü.
 Turuncu koltuğumun yastıklarını yere dizerek kendime bir kule yaptım. İçine gizlenip kapısını da kapattım. Yastık yerinden çekildiğinde hava çok sıcaktı ve kahkaha atarak koşuşturan çocuk sesleri işitmeye başladım.  Babam elini uzattı ve hiç tereddütsüz eline uzandım. Ellerim küçücüktü, ben de küçücük bir kız çocuğuydum. Kocaman gülümsemesiyle sımsıkı tuttuğu elimi öperek beni doğum günü pastamın yanına götürdü. Dilek tutup mumları söndürmem gerekiyordu. Ve ben o karanlık evden kurtulmayı diliyordum. Mumlara üflemek için nefes aldım, yanaklarım şişti, nefesimi tuttum.   Yanaklarımı şişiren havayı dışarıya çıkaracağım esnada korkunç evimin turuncu yastıkları arasında uyandım. Bir yumrukla kulemi yıktım. Yastık yığını arasında kalakalmıştım.
 Saatin sabah mı yoksa akşam mı olduğunu bilemediğim için ona bakmaktan vazgeçtim. Banyoya gidip boş boş öğürdüm. Hala yerinden kıpırdamamış olan yemeği yedim. Mutfaktan annemin sesi geldi. Sonra kucağında bebeğimle içeriye girdiler. Ona dokunmak istedim, geri çekilip arkasını döndü. Bebeğimi benden sakladı. Onun bana ait olmadığını söyledi. Benim bir katil olduğumu, kendi bebeğimi öldürdüğümü söyledi. Ayaklarımı hissetmemeye başladım. Dizlerimin üstüne düşüp acıyla bağırdım. Onu bana vermesini istedim, yalvardım. Israrla uzattım ellerimi ama o gitti. Sürüklenerek peşinden gitmeye çalıştım. Pencerenin dibinde kıpırdanan perdenin arkasında kayboldu. Tıpkı ayaklarımdaki canlılık hissi gibi. O pis kokulu yemeği yememeliydim.

 Babamın market dükkanının önünde tekerlekli sandalyemin üzerinde kendime geldim. Gözlerimi devirerek “Merhaba kahrolmuş yeryüzü.” Dedim. 

2017 Kış Yazısı

  göğsümdeki bu dingin ağrıyı nasıl tarif ederim bilmem. göz bebeklerimin sana bakınca aldığı maksimal büyüklüğü ölçemem. defalarca kez sonu...