Zaman zaman bir şarkı sözü takılır ağzıma. “Im so tired of
being here…” Ve sonrasında kendime sorarım “Neredeyim?” diye. Kendime sorarım
çünkü bu soruyu yöneltebileceğim başka kimse yok.
Gökyüzü rengine boyalı duvarların arasındayım. Turuncu ve
gereğinden yumuşak koltuğumun üzerinde. Dışarıdan gelen, pencereyi zorlayan,
uğuldayarak içeriye girip yanıma ilişmek isteyen rüzgarı dinliyorum. Davet
etmiyorum fakat gelmesinden de çekinmiyorum. Ayaklarıma kalın bir çift çorap
geçirip tekerlekli peteği koltuğun dibine çektim. Ayaklarımla temas ettiği an
vücudumu bir rahatlama sarıyor. Gevşiyorum. Ama bu öfke krizleri esnasında
yediğim sakinleştirici iğnelerin getirdiği gevşeme gibi değil. O bir kara
deliğin içerisindeki hissizlikken; bu gevşeyiş huzuru hissettiriyor. Sıcaklık
ve yumuşaklık. Güvendeyim.
Hala çalıştığını fark ettiğimde arkada çalan radyoyu kapatma
gereği duyuyorum. Uzanıp fişini çekiyorum. O sırada bileklerime takılıyor
gözlerim. Ne kadar ince, ne kadar çelimsiz. Diğer elimle bileğimi sarıyorum.
İşaret ve başparmağım çok ince bir halka oluşturuyor. Daha sonra bundan
duyduğum rahatsızlık yerini radyonun ne kadar eski ve işe yaramaz olduğu
mevzusuna bırakıyor. Bu radyonun elime nereden geçtiğini hatırlayamıyorum.
Belki de beni burada bir başıma bıraktıkları esnada delirmeyeyim diye vermişlerdir.
İnternetim yok, televizyonum yok, telefonum dahi yok.
Günümün büyük bir kısmını uyuşuk halde geçiriyorum. Akşama doğru kendimi
hissetmeye başladığımda da uykum geliyor. Bugün getirdikleri yemeği yemedim.
Suyu bile içmedim. Ağzımı çeşmeye dayayıp yutkunmak pek de zor değilmiş fakat
karnım aç. Kendimi canlı hissediyorum ve canlı olmanın bedeli de aç kalmak.
Oturduğum koltukta kafamı geriye attım. Bu ani hareketimden
ötürü kalorifer peteğine yasladığım ayaklarım yere kaydı ve koltuğun
ayaklarından birine çarptı. Sanki benden bağımsız hareket ediyor ve yerçekimine
karşı koyamıyorlardı. Karşı koyamıyordum.
Bir süre sonra evin tavanlarını daha önce hiç incelememiş
olduğumu fark ettim. Onca zaman geçmişken bu küçücük evde hala yapmamış olduğum
bir şeyler keşfetmek şaşırtıcıydı. Onca zaman… “Ne zamandır buradayım?” diye
fısıldadım gözlerimi tavandan ayırmadan. Batmakta olan güneş, ışıklarını
sakince süzülen perdenin arasından sızdırıp tavana yansıtıyordu. Gümüşi
yansımalar gözlerimin hizasına kaldırdığım parmaklarımın arasında dans
ediyordu. Parmaklarımla daireler çizdim, cümleler kurdum. Belki de şiirler
yazdım. Hatırlamıyorum. Ellerimi göğsümde birleştirip derin bir uykuya daldım.
Doğmayan bebeğime sarıldım. Ağlayışına eşlik ettim. Sırtını sıvazlayarak
uyuttum, omzunu öperek uyandırdım. Ayaklarının serçe parmağım kadar oluşuna
hayret ettim. Ama onu göğsümden hiç ayırmadım. Ta ki uyanıp onun hiçbir zaman
göğsümde olmadığını fark edene kadar.
Üşüdüğümü hissettiğimde bir melodi mırıldanıp küçük
adımlarla dans etmeye başladım. Yemeklerin bekledikçe daha kötü koktuğunu fark
edince banyoya kusmaya gittim. Sıcak, derimi kızartacak kadar sıcak suyla
yıkandıktan sonra giyinmedim. Battaniyemin altına girip saate baktım. Yiyeyim
diye bıraktıkları yemek tabaklarını çoktan almış olmaları gerekirdi.
Pencereyi açıp rüzgarı içeri davet ettiğimde hala üzerime
bir şey giymemiştim. Siyah bir kağıdın üzerine beyaz boyalarla çizdiğim resim
vücudumun, titrek ellerimin, çenemden damlayan gözyaşlarımın eseriydi.
Gözyaşlarım gürül gürül akan bir dereyi, titreyen ellerim ise kenarında oturan
ama aslında hiç orada olmayan bulanık vaziyetteki beni resmetti. Tüylerim diken
diken olmuş ve resmim bitmişti. Üzerime kalın bir kazak giyip pencereyi
kapattım. Şimdi pencere ve perde arasındaydım. Gökyüzünü izledim bir müddet.
Martıları... Hep yukarıya bakıyor ve aşağıya bakmaktan hayli korkuyordum. Gerçek
hayat akıp gidiyor ve ben onu uzaktan izleyecek cesareti bile gösteremiyordum.
Gerçek hayatta zaman benimkinden çok daha hızlı akıyordu. Zaman benim için ölüm
demekti. Zaman geçtikçe daha çok arzuladığım şey ölümdü.
Turuncu koltuğumun yastıklarını yere dizerek kendime bir
kule yaptım. İçine gizlenip kapısını da kapattım. Yastık yerinden çekildiğinde
hava çok sıcaktı ve kahkaha atarak koşuşturan çocuk sesleri işitmeye başladım. Babam elini uzattı ve hiç tereddütsüz eline
uzandım. Ellerim küçücüktü, ben de küçücük bir kız çocuğuydum. Kocaman
gülümsemesiyle sımsıkı tuttuğu elimi öperek beni doğum günü pastamın yanına
götürdü. Dilek tutup mumları söndürmem gerekiyordu. Ve ben o karanlık evden
kurtulmayı diliyordum. Mumlara üflemek için nefes aldım, yanaklarım şişti,
nefesimi tuttum. Yanaklarımı şişiren havayı dışarıya çıkaracağım esnada korkunç
evimin turuncu yastıkları arasında uyandım. Bir yumrukla kulemi yıktım. Yastık
yığını arasında kalakalmıştım.
Saatin sabah mı yoksa akşam mı olduğunu bilemediğim için ona
bakmaktan vazgeçtim. Banyoya gidip boş boş öğürdüm. Hala yerinden kıpırdamamış olan
yemeği yedim. Mutfaktan annemin sesi geldi. Sonra kucağında bebeğimle içeriye
girdiler. Ona dokunmak istedim, geri çekilip arkasını döndü. Bebeğimi benden
sakladı. Onun bana ait olmadığını söyledi. Benim bir katil olduğumu, kendi
bebeğimi öldürdüğümü söyledi. Ayaklarımı hissetmemeye başladım. Dizlerimin
üstüne düşüp acıyla bağırdım. Onu bana vermesini istedim, yalvardım. Israrla
uzattım ellerimi ama o gitti. Sürüklenerek peşinden gitmeye çalıştım.
Pencerenin dibinde kıpırdanan perdenin arkasında kayboldu. Tıpkı ayaklarımdaki
canlılık hissi gibi. O pis kokulu yemeği yememeliydim.
Babamın market dükkanının önünde tekerlekli sandalyemin
üzerinde kendime geldim. Gözlerimi devirerek “Merhaba kahrolmuş yeryüzü.”
Dedim.
2017 Kış Yazısı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder